Bu iletişimin şifreleri yıllar geçmiş olmasına rağmen hala çözülemedi.
Eskiden yaylaya gitmemezlik edemezdik. Şaşörtlerin yaylada geçerdi yazları. Evler, şimdiye nazran çok küçüktü. Bir oda ve bir kilerden ibaretti. Ev yapmak şimdiye göre çok güçtü. Her şeyi sırtıyla taşıması gerekiyordu insanın. Evlerimiz ahşaptı. Altı ahır, üstü evdi. Çatı bedevreyle örtülü olduğundan yağ- peynir daima taze kalabiliyordu. Bir ay öncesinden korucu tutulur, yaylanın merası korunurdu. Yaylaya evvela öküzleri çıkarır, bir hafta kadar yaylada eyleşirdi. Ordan Karçala götürürdük. Yayla sezonunun sonuna kadar Karçalda kalır ve eskisinden daha besili olarak köye gelirdi. O zamanlar, öküz sayısının kalabalık olmasından dolayı, ot bulmaya taşa- kayaya geçerdi ve düşüp öldüğü çok olurdu. Şimdi o tür kayıplar olmuyor. Köye filanın öküzü düşmüş, haberi ulaşırdı. Karçalda iki kişi çobanlık ederdi. Kulübe, şimdiye göre çok ilkel ve yetersizdi. Daha sonraları ağıl yapılarak, öküzler yabaniye karşı korunmaya alındı. Yaylaya çıkmadan bir gün evvel barhana dediğimiz eşyalar çıkarılırdı. Eşeği olan eşeğiyle, olmayan sırtıyla taşırdı barhanasını. Yaylaya çıkma ve yayladan inme kararını köy yönetimi, Cuma çıkışı halka duyururdu. Eskiden verilen kararın dışında erken çıkmak veya erken inmek yasaktı. Yaylaya çıkar çıkmaz herkes odununu çırasını temin ederdi. Bu yakacağa kaşan denirdi. Yaylacılık yapanlara şaşört denirdi. Şaşörtlerin mesaisi gün ışımadan başlardı. Şimdiki gibi, el fenerleri olaydı keşke de, işlerini daha kolay yapabilseydiler. Çıranın ışığı ilk sırayı alırdı. Erkenden sağıp, çobana katmak gerekirdi. En önde olmak için adeta yarışılırdı. Sığırları yola koyduktan sonra, dana dediğimiz buzağıları otlak yere sürerdik. Bu arada südün süt makinelerinde süzülmesi işi vardı. Süt makinesi herkesin evinde olmazdı da olmayanlar olanların yanında sütlerini süzerlerdi. Hele bir de yayık yayma işi varsa, o gün şaşörtün en zor günüydü. Bir yandan yayıp bir yandan soğuksudan su getirmesi yoruyordu şaşörtü. Yayma işi, ağaç yayıklarla yapılıyordu. Daha sonra keçiler ve en son koyunlar çobana katılırdı. Keçiler, öğleden önce yaylaya getirilir, dinlendirilirdi. Koyunlar ise Ustamisin suyu dediğimiz yerde yatırılır, güneşin hışmı geçtikten sonra tekrar yayılırdı. Bu arada, bu suda arada sırada koyunları yıkarlardı şaşörtler. Yaylanın son günlerinde yünlerini temiz olarak kırkmak için yapılırdı bu yıkama işi. Şaşörtlerin ahırlarını da süpürdükten sonra ev işleri, kahvaltı derken dinlenmelerine vakit kalmazdı. Öğleden sonra, yine koşuşturma başlardı. Gelen danaların analarını emmemeleri için göz kulak olmalıydı şaşört. Meradan dönen sığır, koyun ve keçileri bir bir ahır ve ağıllarına kapatma işi de kolay değildi. Meradan dönmeyenler, çobanlara bildirilir, çobanlar onları ellerinde çıra veya fenerlerle buluncaya kadar ararlardı. Bazen bu arama işi günlerce sürerdi. Günler sonra bulunanlar genelde hayvanların postları olurdu. Hele ki hayvanların kalabalık ve meranın yetersizliğinden taştan- kayadan düşmeler de az olmazdı. Bir yandan da kurtların ve ayıların hayvanlarımıza verdiği zarar birçok ailenin üzülmesine yol açardı. Yayla olur da eğlence olmaz mı? Akra denilen yayla şenliğiyle başlardı yayla sezonu ve üç- beş gün sürerdi. Eskiden kadın- erkek birlikte oyun oynamazdı. Akordiyonla doyasıya oynanır- eğlenilirdi. Eğlence gece de devam eder, meydanda yakılan ateşin etrafında oynanırdı. Yayla sezonunun son günlerine doğru Maryoba şenliği denilen eğlenceler olurdu. Bu eğlencenin başını Berobana denilen şenlik çekerdi. Kız oğlana, oğlan kıza bu şenliklerde göz koyar ve kışın kız isteme işlerinin yolunu açardı. Eğer kızın ailesi vermezse, kızların kaçmasının önü açılırdı. Yaylanın düzü dediğimiz meydan hiç boş kalmazdı. Çocuklar oyunlarını oynar, ihtiyarlar bir tarafta oturur, izlerlerdi. Yaylaya yol yapılmadan,komşu köylerden özellikle Maçahelden tekneler getirilip satılırdı katırlarla. Bazen de armut satılırdı ki havadan giderdi. Yaylada genelde süt ve süt ürünleri süslerdi sofraları. Yayla pancarıyla yapılan çorbanın, hozağema denilen ottan yapılan turşunun tadına doyamazdık. Gevrek, mohrakul ve havis yayla sofralarının şahıydılar. Yayla evlerinde su olmaz, çeşmeden veya soğuksu denilen yerden güğümlerle taşınırdı evlere. Çeşme başlarında olan söyleşiler hiç unutulur mu? Çeşme başında sıra beklerken, bir nenemiz, bir kız çocuğuna, beni işaret ederek: Kız, seni bu oğlana verelim mi? Kızın, Allah etmesin, sözünü nasıl unuturum? Yaylanın hemen altında büyücek bir taş vardı. Akşamüstleri şaşörtlerle dolu olurdu taşbaşı. Oradan köyden gelenler beklenir - gözlenirdi. Şaşörtler birbirlerine: -Aha senin ihtiyarın geliyor. Aha, benim oğlumla gelinim geliyor, muhabbetleri hiç unutulur mu? Yine, Cumaya köye gidecek olan ağabeyime, bir nenemiz: Hoca, cumaya gidiyorsan, bizim ihtiyarı görürsen, De ki. Böyle iken böyle. Neticede ihtiyarı cami kapısında gören ağabeyim, ihtiyara: Neney dedi ki, böyle iken böyle. İhtiyar: Tamam hocam tamam. Allah razı olsun. Bu iletişimin şifreleri yıllar geçmiş olmasına rağmen hala çözülemedi. Mart 2022 Sakarya Muhammet AVCI