Mekik fırlatılmaya hazır! Son 10 saniye... 9..8....3..2..1..0... Ateş!.. Her zaman duyarız bu repliği filmlerde. Bir mekik yapmıştır Amerikalılar, uzaya fırlatırlar. Mars'ı, Jüpiter'i, Güneş'i ya da uzak galaksileri keşif için... Araştırdıkları uzayın derinlikleri, aradıkları bir yaşam formudur. Keza günün birinde Dünya, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa veya yaşanamayacak hale gelirse, insanoğlunun sığınabileceği bir yer olmalı... Evet... Fırlama bir girişten sonra konuyu bağlayalım. İnsanoğlunu varoluş gayesinin, bu anlatımla bir bağlantısı veya ilgisi var mıdır? Şöyle bir düşünelim: İnsan annesinin karnında ekseri 9 ay yaşar ve Dünya'da yaşayacak seviyeye gelene kadar gelişir. Gözleri oluşur; burnu, ağzı ve kulağı gelişir. Vesselam annesinin karnından çıktığında yaşamasını sağlayacak bütün altyapı hazırdır. Ve günü geldiğinde doğar. Ağlar bir şekilde doğar. Çünkü yepyeni bir boyuttur doğum sonrası hayat. Belki de ürkmüştür... Yeni doğduğunda acıkır ama bunu söyleyecek yetisi yoktur. Altı kirlendiğinde de... Uykusu gelir; yatmak için kendine yatak aramaz. Olduğu yerde uyur. Lüks yoktur; her şey zaruret haddinde... Sonra iki tane diş çıkar. Artık algısı açıktır. İstediğini elini uzatarak gösterebilmektedir, konuşamasa da. İki yaşına girer ve artık konuşabilmektedir. Konuşmak ona, bir kuşun kafesten kurtulması gibi bir özgürlük hissi verir. Yavaş yavaş yürümekte, artık istediğini eliyle göstermekten ziyade, kendisi gidip alabilmektedir. "Hak verilmez, alınır" ilkesini öğrenmiştir farkında olmasa da. Ve en sonunda koşar. İşte artık o bir bebek değil, çocuktur. Yarın bir genç... Öbür gün olgun bir insan... Ve sonra yaşlı bir nene-dede... Ve nihayet ölüm... İnsan bundan ibaret midir? Sahip olduğu vücutla bir şeyler yiyip-içerek, bir şeylere sevinip-üzülerek yaşayan; yaşarken de bedensel hazlarla yetinen... Ve en sonunda, sahip olduğu bedeni, pazarlık yapamadan toprağa teslim eden... Hayır, değildir! Çünkü insanın ruhu vardır. İşte o ruhtur insanı insan kılan. Canlı kılan. Anlaşılmadı mı? Bakın: Bir cep telefonu düşünün şarjı olmayan. Açma düğmesine ne kadar basarsanız basın, açılmaz. Hiçbir tepki yoktur; çünkü ölüdür. Şarjının bir anda dolduğunu düşünün. Basın açma düğmesine. Ani bir titreme olacaktır telefonda ve açılış müziği. İşte o titreme, doğum anı; açılış müziği ise, bebeğin doğarken ağlamasıdır. Telefon açıldığında ekranı parlaktır, çünkü kullanımdadır. Bir süre kullanmazsanız, ekran ışığı sönecektir. Bekleme moduna geçecektir. İnsan da uyumaz mı? Bekleme modundayken telefonun ekranı karanlık, telefon kapalı gibi görünse de telefonun saati takır-takır işlemekte ve bilgiler güncellenmektedir. İnsan uykudayken rüya görmez mi, nefes almaz mı, kalbi atmaz mı? Perşembe akşamı uyuyup, sabah uyandığında; o günün cuma olduğunu bilmez mi takvime bakmadan? Ve bir süre sonra açık halde bırakılan telefonun şarjı (telefon kullanılsın, kullanılmasın) er-geç tükenmez mi? İnsan ömrü de öyle değil midir? Ömür boyu hareket etmese bile insan, ömrü yine tükenmez mi? Dahası; kapanırken kapanış müziği çalan telefon gibi; insan da ağıtlarla gitmez mi bu dünyadan?.. İşte o telefonun şarjı ruhtur. Telefonun şarjı bittiğinde, telefonu kapağını açıp, bakın. Bataryası yok olmamıştır. Her şey yerli yerindedir. Bellek de, ekran da, chip de... Ama hiç bir bilgiye ulaşamazsınız. Çünkü o bilgiyi yaşatan şarjdır. Dolayısıyla ruh, insanı canlı kılan yegâne güçtür. "Kalp neci peki?" diye soracaksınız. Kalp ilk olarak vücuttaki sistemin çalışması için gereken kanı pompalar. Peki, o kalbi çalıştıran nedir? İşte o telefonun şarjıdır, telefonun bataryası ise kalptir. Anne karnında şarj edilmiştir. Ruh, ona anne karnında üflenmiştir. Peki, beyin necidir? Beyin; göz, kulak, burun, dil ve tenden gelen titreşimleri düzenleyip, sembolize ettikten sonra ruha ileten bir vasıtadır. Çünkü ruh, bu âlemden değildir. Ve bu fiziki âlemin aksiyonlarını vücut olmadan algılayamaz. Beyinin bir başka görevi de, vücuttaki organizasyonu sağlamaktır. Bizim -çok şükür- farkında olmadığımız milyarlarca mikro işlemi aynı anda yapar ve bizim, vücudumuz birbirine karşımadan yaşamamızı sağlar. Hafıza veya bellek, her ne kadar beyine mal edilmiş olsa da aslında ruhun kapsamındadır. Sözün özü; vücut bir vasıtadır, ruhun dünyada varlığını sürdürebilmesi için. Ruh öznedir yani, vücutsa bir nesne. O yüzden insan dendiğinde asıl kastedilen ruhtur. Fakat zannedilen hep beden olmuştur. Nasıl ki "1" rakamı "bir" sayısının sembolü, vücut da beden de insanın sembolüdür. Sonuç olarak dünyadaki asıl insan, bedenlerin içinde gizli olan insandır. Şimdi girişe dönelim, uzay mekiğine. Uzay mekiği, fırlatma rampasına bağlıdır. Doğru anı beklemektedir. Geri sayım yapılır her şey hazır olduğunda ve fırlatılır. Müthiş bir gürültü ve ateş topu çıkar ortaya. Mekik havalanır, yakıt tankı arkasına bağlı bir şekilde. Çünkü atmosferden çıkana kadar ona ihtiyacı vardır. O olmasa, fırlatma başarısız olur, hatta başlamaz. "Keşif" başlamadan biter. Vesselam mekik atmosferden çıkar ve yakıt tankını artık bırakır. Artık diğer yakıt tankıyla ilerler yörüngeye yerleşene kadar. Yörüngeye yerleştiğinde onu da bırakır. Ve sadece gözlem için gereken parçalarla devam eder işine. İşte insan vücudu da yakıt tankı gibidir. Yaradan insanı yaratmıştır; kendisine kulluk etmesi, kendisine koşması için. Nasıl ki anne-baba çocuğunu uzak bir noktaya koyar. Bana gel, bana gel diye çağırıp, "gözünü boyamak" için ilgi çekici hareketler yapar, hangimize gelecek diye... Yaradan da insanı, kendisine koşması için dünyaya bırakır. Bir taraftan Allah (cc) çağırır, bir taraftan şeytan. Bu bakımdan bir nevi gurbettir dünya, öteki yani asıl tarafsa sıla. İşte insan, bu vücut denen yakıt tankını doğru ve etkin kullanıp, ruhu Allah'a (mekiği yörüngeye) ulaştırmaya çalışmalıdır. Peki, vücut nasıl etkin kullanır? Bu bakımdan iki temel nokta vardır: Kalp ve beyin. Vücudu, doğru yani amaca uygun kullanmak için kalbin temiz tutulması, onun için de başarılabiliyorsa Allah sevgisiyle, başarılamazsa Allah (cc) korkusuyla doldurmak gerekir. Kalbin bunlarla dolması için doğruya bakmak, güzeli duymak, temize dokunmak, saflığı koklamak ve helali tutmak gerekir. İşte bunları seçmede bize yarayacak olan araç ise beyindir. Çünkü beyin vücudun, kalp ruhun kontrol mekanizmasıdır. Beyni çalışmayan kişi, vücudunu kontrol edemez ama ölmez. Fakat kalbi çalışmayan kişinin hem vücudu çalışmaz hem de kişi ölür. Sonuçta asıl olan kalptir. Beynin bir özelliği de bilgi depolamasıdır. 5 duyuyla algıladığı verileri kendi diline çevirip, depolar. Bu da bizim, bilmediğimizi "sorup-öğrenmemize" yarar. Bunu yağmak için iki yol vardır. Biri düşünmek biri okumak... Allah'ın ilk emri "oku" dur. Oku, seni yaratan Allah'ın adıyla oku. Ama sadece kitap- defter değil, hayatı oku. Sana verdiğim gözle gördüklerini; Dünya'ya, yıldızlara, Güneş'e, denizlere, hayvanlara, taşa-toprağa, göğe bak ve onları oku ve orda Ben'i gör. Verdiğim kulakla kuşların cıvıltılarını, ağaçların hışırtılarını, suyun şırıltılarını, yağmurun şakırtılarını, bebeğin ağlamasını, bir çocuğun saf gülüşünü, bilenin konuşmasını... dinle ve orda Ben'i duy. Verdiğim burunla bir bebeğin boynunu, bir çocuğun saçlarını, bin bir çeşit çiçeği, rüzgârı, verdiğim nimetleri kokla ve Ben'i bul. Oku... Hissettiğin her şeyde Ben'i ara. Ve kalbini benimle doldur. Çünkü benim olmadığım kalp; haramla dolmaya muhtaçtır, boş durmaz. Benimle doldur ki ruhun nasiplensin ve bana döndüğünde, Ban'a benden bir şeyler getirsin. Ban'a Ben'i getirsin. Evet! Ruh, Yaradan'ın varlığından üflediği nur dolu, rahmet dolu, pürüzsüz, kusursuz, kirsiz-paksız bir varlıktır. Dünya'ya da tam bu karakter üzere gelir. Bir bebeğin o nur yüzüne, o masumiyetine baktığınızda ruhtaki saflığı görürsünüz. Hangi bebek olursa olsun. İlk anda ruh tam bir karakter sahibidir, kuşkusuzdur, kendinden emindir. Fakat insan şeytana meylettikçe onu kirletir, bocalamasına sebep olur. Şeytanın vesveselerine kanıp, onun yoluna gittikçe ruh, şüpheye düşmeye başlar. Gerçeğin, gerçek olup olmadığını sorgulamaya başlar. Şeytanın arkadaşı olduğunda ise ruh artık, o kendinden emin karakterini kaybetmiştir. Karakteri bölünmüştür. Şizofren olmuştur. İki karakteri vardır artık; biri Allah’ın kulu, diğeri şeytanın kölesi… Doğumla fırlatılan mekik arıza yapmıştır, dolayısıyla yörüngeye oturamamıştır. Keşif başarısız olmak üzeredir. Bulunmak üzere çıkılan, yanlış yerde arandığı için bulunamamıştır. Ruh bir bütün olarak geldiği gurbetten sılaya, tek vücut içinde iki karakterle dönmüştür. Biri Allah’ın kulu, diğeri şeytanın kölesi… Allah cenneti sadece kendine kulluk edenlere vaat etmiştir. Şeytana ve kölelerine ise cehennemi… Bu yüzden insan şeytana köle yaptığı tarafından kurtulmak için cehenneme uğrar. Ruhunun ne kadarını feda etmişse şeytana, o kadar kalır cehennemde. Ve o nankör yanından kurtulduğunda çıkar ateşten cehennemden. Cennetin kapısına gelir. Orada bir kilit demeti vardır her biri bir cennetin kapısını açan. Başlar aç gözlülükle en güzel cennetin kapısını açmaya çalışmaya. Fakat hop deyince açılmaz kapı. Kapıda bir bilmece vardır. Şudur bilmece: Her kapıda bir oyuk vardır. Ruh o oyuklardan hangisine tam uyarsa o kapı ona açılır. Puzzle misali… Ruh en güzel cennetten başlar; fakat o kapıya uymaz cismi. Çünkü bir tarafını cehennemde bırakmıştır. Sonra diğer kapıya geçer. Ona da uymaz. Tek tek dener, sonunda bir kilide uydurur kendini. Açar kapıyı girer. Fakat görenler biraz küçümser + ayıplar + acır denklemi bir tavırla gülerler ona, acırlar. Şaşırır. Bir süre öyle şaşkın şaşkın gezer. Zümrütten köşküne gider. Hizmetçisinden ayna ister. Aynaya bakar ki alnında bir iz, bir sembol gibi… Vücudunun bir tarafı olmayan bir insan sembolü… Anlamıştır. Cennette bile olsa buruktur. Sevdiklerini arar; kimilerini bulur, kimilerini bulamaz. Bir daha burkulur kalbi. Cuma günü gelir. Yaradan’ın cemalini göreceklerdir. Herkes geçer yerine fakat o arkada kalmıştır. Ve tam göremez. Çünkü vücudunun yarısını cehennemde bırakmıştır. Bir gözünü, bir kulağını, dilinin yarısını, burnunun bir deliğini, bir elini, bir kolunu… Tamam cennetteki bin bir çiçeği eksik görecektir, bin bir güzel kokuyu yarım alacaktır… O muhteşem tatların bir kısmından geçecek ve cennette karşılaştığı sevdiklerini kucaklayamayacaktır; annesini, babasını, bacısını-kardeşini, yarini… Ama Yaradan’ın cemalinden mahrum kalmak cenneti dar, bir o kadar da cehennem edecektir ona. Ya Rabbi! diyecek. Ya Rabbi, beni cehenneme at da cemalini oradan göreyim. Beni bin kere yak da Sen’i ben tam göreyim. Ama yook! Tren kaçtı bir kere. Onu 5 vakit çağıran tren artık yok. Cennet benim ayaklarımın altında, gel yavrum sen de cennete diyen annesi artık yok. O cennetlerin en güzelinde. Yazık olmuştur, çok yazık. Ölümün gözünü ben bürümüşüm, Beni almadan gitmeyecekmiş. Bu hayat yolunu ters yürümüşüm, Geri dönsem de yetmeyecekmiş. Ölüm seni bekliyor. Tövbe kartını kullan. Son nefes çıktımı tövbe kâr etmez. Yanlıştan dönsen de doğruya giden yol kapalı artık. Bu iş şakaya gelmez. Aç gözünü bak. Ebedi sandığın kaç kişi kaldı etrafında. Yapman gereken düşünmek. Günde 5 rekâtta onlarca kez Fatiha’yı okuyorsun. Ve yine onlarca kez “Allah’ım beni dosdoğru yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil” diyorsun. Peki sen niye kendini gazaba sürüklüyorsun. Artık arabanla haşır-neşir olmayı, arabanı modifiye etmeyi bırak. Bas gaza benzin bitmeden, sür hedefe. Benzin bir gün bitecek, araba elinde kalacak. Sen yolda… Bas gaza, aş bu yalan dağları, Gir cennete, dolaş bin bir bağları… Miraç Avcı / 23 Aralık 2009 16:27