Ve Adem yaratıldı. Ondan sonra da Havva... Bu iki insan cennetin tek sakiniydiler. Orada herşey onlar içindi. Baldan ırmaklar, binlerce çeşit meyve-sebze, yiyecek-içecek ve binumum cennet nimetleri onların bir dilemesini bekliyorlardı. Fakat mekan cennet bile olsa bir kural vardı. O da yenilmesi yasak olan aynı adlı Yasak Elma... Sonsuz çeşit meyveye doymuş olacaklar ki, cennetin sonunda bulunan Yasak Elma'yı yeme gafletine düştüler. Şeytanın dürtmesiyle... Ve işin garip tarafı Adem ve Havva başta olmak üzere bütün yarattıklarının iradesini elinde bulunduran Yaratıcı, Yasak Elma'yı yerken Adem ve Havva'ya engel olamadı mı yoksa öyle bir hataya düşeceklerini sezemedi mi? Yoksa en saçma ihtimalle yesinler de ne halleri varsa görsünler mi dedi. Şimdi bu ihtmallerin üzerine gidelim. İlk ihtimali çürütmek gerekirse; bir Ademle Havva'yı kontrol etmekten aciz Allah, o cenneti nasıl yaratabilmişti? İşte bu ihtimal bizi böyle bir çelişkiye götürür. İkinci ihitmal olarak öne sürdüğümüz Allah'ın sezememiş olma ihtimali... Böyle bir tereddütü olan Yaratıcı neden Yasak Elma'yı ulu orta yere koymuştu? Üçüncü ve en çelişkili ihtimale gelirsek, madem Allah ne halleri varsa görsünler diyecek kadar bezgindi Adem ve Havva'dan; neden herşeyin en kusursuzunun bulunduğu cennette misafir ediyordu? Bütün bu ihtimallerin çelişkisini ortaya koyduktan sonra düşünelim. Adem ve Havva iradeleri Allah'ın elinde olmasına rağmen yasağı nasıl çiğnemişlerdi? İşte bu soruya verilebilecek tek cevap: "Çünkü Adem ve Havva robot değillerdi" oalcaktır.* Allah, sınayacağı Adem ve Havva için bir imtihan dğnyası hazırlamıştı. Fakat her sınavda olduğu gibi bu sınavda da ölçümün ana konusu, bir tema olmalıydı. Bu ölçümün teması şüphesiz insan midesinin kapasitesi, bir insan vücudunun dünya hayatına dayanabileceği maximum süre ya da eğer cennet Dünya'nın döndüğü gibi dönseydi cennette hayat nasıl olurdu gibi basit konular değildi. Ölçümün konusu insanın iradesiydi. Allah Kur'an"da insanoğlunu, yaratmadaki sanatını görüp kendisine kulluk etmesi için yarattığını söyler. Dolayısıyla bir memurun, amirinin kendisine verdiği emri yerine getirebilmesi için iradenin şart olduğunu düşünürsek. Bildiğimiz gibi emre itaat "irade"yi gerektirir. İşte Allah'ta insanın kendisine olan bağlılığını ölçebilmek için onu özgür bırakmak istemiş, bunu da insana verdiği irade ile sağlamıştır. Fakat iradenin işe yaraması için de bir dürtülere ihtiyaç vardır. İşte bu dürtüler suya atılan taş gibidir. Suya atılan taş nasıl gittikçe büyüyen halkalar oluşturuyorsa, dürtüler de birbirini tetikler. İşte az önce değindiğim suya o ilk taşı atan -yani iradeyi ilk dürten- şeytandır. İşte bu ilk dürtüyle insanoğlunun dünya hayatı başlamıştır. Bir başka değişle, yaşamak için yaratıldığı hayatı yaşamaya başlamıştır. Yeni hayata balşadığı yer olan Dünya kendi içinde mükemmel, komplex ve ilk bakışta kaotik görünen; fakat aslında eksiksiz bir etki-tepki döngüsüne bağlanmış kurallar bütünüdür. Dünya'ya geldikleri anda -tabiri caizse- Adem ve Havva'nın ayakları ilk defa yere basmıştır. Cennette elde etmek için dilemenin yeterli olduğu bir hayatı yaşarken, dünyada elmayı yemek için ağaca çıkmak zorunda kalacak, yerdeki bir nimeti almak için eğilmek zorunda kalacaktır. İşin en kötü tarafı ise dünyaya gelmesine vesile -sebep değil- olan şeytanın son ademoğlu ölünceye kadar ensemizde olacak olmasıdır. Fazla zaman geçmeden, sürekli iradesi dürtülen Adem, aklın ne büyük bir nimet olduğunu anlayacaktır. Hal öyleyken zaman geçecek, iki olan dünya nüfusu 4'e çıkacak. Nüfusun iki olduğu zamanlarda sadece iş bölümü varken, nüfusun 4'e çıkmasıyla işin içine yönetim kavarmı da girecektir. Yapı olarak daha sert olan Kabil, daha ağır işlere yönlendirilecek, Habil ise yapısına uygun olan hafif işlerde çalışacak. Zaman geçtikçe Kabil'in canını sıkmaya başlayan bu durum, ademoğlunun hayatındaki bir başka ilke, ilk itaatsizliğe sebep olacaktır (İnsanın insana olan itaatsizlik) Bu durum insan iradesinin savaşmak zorunda kalacağı ne kadar çok sebep olduğunu ortaya koyacak. Babasının yenik düştüğü merak duygusuna/dürtüsüne şimdi de kıskançlık eklenecek, insan iradesi yükünü biraz daha arttıracaktır. Diğer taraftan da 4 kişinin yaşadığı bir "toplum"da düzen sağlayıcı tek kaynak din kurallarıdır. Hukuk da gelenek de görenek de dindir. Ademin dini. Yapılan her yanlış -eğer bilinçliyse- haram adını alacak ve cezası günah katsayısıyla kodlanacaktır. Hapishane, idam, recm, kırbaç cezası yoktur. Cezalar öteki tarafta (ademin geldiği tarafta) görülecektir. Çünkü yönetici direct Yaratıcı'dır. Aracı yoktur. Hal böyleyken gel zaman git zaman nüfus artacak, artan her nüfusla ortaya yepyeni bakış açıları, fikirler, karakterler ve görüşler çıkacak. Çokluğun olduğu her yerde olduğu gibi paylaşım kavramı ortaya çıkacak. İlk zamanlarda tarım yapılmazken avlanan hayvanlar paylaşım konusu olurlarken, tarım yapılmaya balşandığnda paylaşım kızışacak. Çünkü av, toplu halde yapılan ve takım halinde yapılan bir iştir. Avda emeği olan herkes, emeğinin hakkını almaktadır. Fakat toprak veya arazi paylaşımı daha kopuk bir iştir. Şöyle ki; "çivi çakma" işinde en hızlı olan, en fazla toprağı çitler ve sahiplenir. Herkes sahibi olduğu toprakta kendi üretimini yapar ve sadece kendi tüketir. Kimseye ihtiyaç duymaz. Çünkü işler "elle", kas gücüyle yapılmaktadır. Dolayısıyla ürettiğini birebir kendisi tüketmektedir. Ne zaman ki "akılsızın" biri bir odun parçasını saban olarak kullanmaya başlar, işte o zaman üretim, tüketim haddini aşar ve gözler karşıdaki çite çevrilir. Diyalog ve pazarlık başlar. Trampa ekonomisi dünyaya gelir. Ticaret faaliyetleri meydana gelir. Çeşit artar çünkü. Üretim arttıkça emek ihtiyacı da artar. Bu ihtiyaç da peş peşe gelen doğumlarla karşılanır. Nüfus artar. Nüfus arttıkça ihtiyaç artar. Kısacası günümüzdeki arz-talep döngüsünün temelleri atılır. İhtiyacı karşılamak için farklı arayışlara girilir ve öküz denen hayvan tarlada koşulmaya başlar. Bu yolla üretim ivme kazanır ve böyle böyle etkileşim zirveye çıkar. Farklı insanlar, dolayısıyla farklı düşünceler buluşur. Ve kaçınılmaz olarak uzlaşma sorunu ortaya çıkar. Ak ve kara birbiriyle çatışır. Ak kazanırsa doğrusu ak, kara kazanırsa doğrusu karadır. Yani ortada, gri bir nokta yoktur. Dolayısıyla ak ve kara var olma savaşı bir tarafa iktidar savaşı vermeye başlar. Ortada kalan ise saydamlardır. Bütün bu başına buyrukluk içinde, bu karşıtlığı dizginlemek üzere devraya örf ve adetler girer. Toplumun kendi kendisini denetlemesini sağlayan kurallar bütünü. Ayıp kelimesi toplumun kabullenmediği, yadsıdığı fiil ve fikirlerin adıdır. Ve bu ayıplar sadece toplumun olduğu yerde vardır. Ayıbı toplum belirler, cezasını yine toplum verir. Toplumun görmediği şey ayıp mıdır sorusu akla gelebilir. İşte bu sorunun cevabı iki yüzlülüktür. Toplum içindeyken ayıplanmaktan, yadsınmaktan ya da yargılanmaktan korkulduğu için gerçekleştiril"e"meyen eylemler ya da gizlenen fikirler, toplumun elinin uzanmadığı yerlerde gerçekleşecek/ortaya çıkacaktır. Tecavüz, cinayet, hırsızlık, taciz vs. gibi... Yukarıda değinildiği üzere ayıp, toplumun düşüncesine göre şekillenen bir kavramdır. Ve cezasını yine toplumun kendisi verir. Yargılama ayaküstü yapılır, hatta ceza zaten yargılamadan bellidir. Bu cezanın en yaygın örneği "linç" olayıdır. Diğerleri toplumdan topluma değişir. Ya da ayıba maruz kalan taraf kendi cezasını keser. Cezayı sindiremeyen veya çok bulan tarafta ise intikam duygusu filizlenir. Ve bu cezalandırma işi intikam duygusunun körüklemesiyle bir kısır döngüye dönüşür. Mesela babası oldürülen kişi gider, ya katilin kendisini ya da ailesinden birisini öldürür. Bu kez de bu taraf diğer tarafta n birini öldürmeye karar verir. Bu gün töre şemsiyesi kapsamında ve adı kan davası olan bu kendi cezasını kesme düşüncesi masumların canına ve hakkına kasteder hale gelir. Özetlemek gerekirse ayıp, sadece toplumun elinin uzandığı yerde geçerli olduğu için yetersiz, kendi cezasını kendi kesme alışkanlığı doğurduğu içinse aşırı bir uygulamaya gebedir. O halde yeni bir denetleyiciye ihtiyaç vardır: DEVLET Devlet, toplumun kaynaklarını iktisat ve iktidar eden yetkisiyle paylaştıran ve belli bir otoriteye sahip ve belli bir otoriteye sahip gücün iktidarıyla yönetilen bireyler üstü bir kurumdur. Tanımda da olduğu gibi iktisat eder yani o ülkenin kaynaklarını yine o ülkenin insanına paylaştırır, hakları sahibine iade eder, güçsüzü güçlüye karşı korur, güçlüyü dizginler, suçluyu yagılar ve taraflar arasında intikam duygusu doğurtmayacak şekilde/amacıyla cezalandırır, suçlunun hakkını korur ve genel anlamda toplumu yarı bağımsız bir şekilde yönlendirir. Bu yönlendirme yarı bağımsızdır çünkü, devlet toplumun bir aracıdır ve toplumdan bağımsız düşünülemez. Devletin yukarıdaki yetkileri kullanması için ortaya bazı kurallar konulmalıdır. Bu kuralların genel adı hukuk, en özel manada ise yasadır. Yasa topluma negatif ve pozitif haklar verir. Yetkiler ve sorumluluklar yükler. Yani bir nevi toplumun kendini korumak için kendisiyle yaptığı sözleşmedir. "Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için" sloganı devlet-toplum ilişkisinin temelini oluşturur. Fakat yasanın olduğu yerde suçta var demektir. Gündüzün olduğu yerde güneşin de olduğu gibi. Yasalar da bir bakımdan suçu doğurur. İşte bu sözleşmeye aykırı olarak ortaya çıkan durumlara suç adı verilir. Suçun iki muhatabı vardır; fail ve mağdur. Mağdurun faili cezalandırmak istemesi doğal bir durumdur. Fakat cezalandırma işlemi mağdurun kendisine bırakıldığında adalet, kesin bir söyleyişle yerini bulamayacaktır. Çünkü mağdur ya korktuğu için ceza veremeeyecek ya da cezalandırma konusunda çekimser davranacaktır, ya cezalandırma işlemi aşırıya kaçacaktır ya da en kötü ihtimalle -cezalandırma işlemi- karşılıklı bir savaşa dönüşecektir. İşte tam bu noktada devreye hukuk, hukuku uygulayan güç olarak da devlet girmektedir. Devlet, suçlunun cezasını bizzat vererek sorumluluğu üstüne alıp, sürecin yanlış yönlere kaymasını önlyemektedir. Fakat ne var ki devletin de elinin uzanmadığı yerler vardır. Nasıl ki toplumun görmediği olay failin gözünde ayıp olmaktan çıkıyorsa, devletin görmediği olay da suç olmaktan çıkmaktadır. İşte ayıpla suçun ortak noktası denetimdeki ve caydırıcılıktaki bu sınırlılıktan ileri gelmektedir. Bu sınırlılık sebebiyle bütün ayıplar/suçlar gizli yerlerde işlenmektedir. İşte toplumdaki çöküşün sebebi de denetimden uzak bşreylerin aşırılıklarıdır. Bankadaki görevli tepesindeki kameranın kendisini tmü mesai saatleri boyunca izlediğini bilmekte, onun için de yapmacık/ikiyüzlü bir likayat anlayışıyla işini yapmaktadır. Çocuk, babası sigara içmesine kızdığı için sigarayı ya babası evde yokken içmekte ya da babasının olmadığı yerler aramaktadır sigara içmek için. Bir hırsız yaptığının yanlış olduğunu ve yakalanırsa cezalandırılacağını bildiği için hır'sızdır. Çok sessiz bir şekilde hedefe yaklaşıp, not bırakmadan çalacağı şeyi not bırakmadan çalıp kaçmaktadır. Çünkü o anda onu denetleyen tek güç, girdiği evin sakinidir. Tek risk ona yakalanma riskidir; çünkü devletin denetim mekanizması ondan bihaberdir. Bütün bu bilgiler ışığında uzunca ve dilkkatlice dolandırdığımız sözün özüne geçelim: Toplumda düzeni sağlayan tek güç denetimdir. İzlendiğini bilen insan bırakalım suç işlemeyi, düz yolda yürürken bile zorlanmaktadır. Fakat denetimden sonraki en tartışılmaz ihtiyaç caydırıcılıktır. Bir ülkede bütün suçlular yakalanıyor da onları caydıracak cezalar verilmiyorsa, o denetim ancak suçları seyretmekten ibaret kalır. Şeker çalan çocuklar da dahil... Bir toplumun suçtan arındırılması yada düzenin sürekli kılınması için denetim (caydırıcılık da denetim kelimesinin kapsamı içindedir) ne kadar önemliyse, her insanı tek tek denetleme fikri de o derece ütopiktir. Nasıl olabilir bu denetim işi? Dünya'daki her insanın başına kamera mı dikilmelidir? Yoksa dünya nüfusu ikiye bölünüp, herkes birisiyle eşleştirilmeli ve her eş kendi eşini mi denetlemilidir? Yoksa en kolayı her zaman, her yerde her şekilde bizi izleyen bir gücün "zaten" varolduğuna inanmak mıdır? Evet bence böylesi gerçektir ve olması gerkendir. Herkesin bizzat yaptıklarından sorumlu olduğunu ve mutlaka hesabının sorulacağını bilmesi en kolayı ve en mükemmelidir. Bu inancın şekli veya adı konusunda Benim İnandığım Yaratıcı kişiyi özgür bırakmıştır. Fakat burada; tercih yapma konusunda özgür olması, yaptığı her tercihin doğru olacağı anlamına gelmemelidir. Altını çizmek gerekirse bu yöntem, maliyet olarak en ucuz ve sonuç olarak da en karlı yöntemdir. Öyle sürüsüne kitap okumayı veya okul bitirmeyi gerektirmemektedir. Benim yaratıcı olduğuna inandığım Allah, empati'yi önermektedir. Yani kendini karşısındakinin yerini koy; ama senin o olmadığını da bil diye öğüt vermektedir. Bu öğüdü ona gönülden bağlı olanlar için kolaylıktır. Fakat gözü başkasının hakkına kayanlar için de Allah cehennem kartını öne sürmüştür. "Eğer başkasının hakkını yersen ve/veya emirlerime karşı gelirsen (karşı gelmekle yerine getirmemek farklı durumlardır) yerin cehennemdir diye açık açık belirtmiştir. Bunun gerçekliğine inanmak, kişinin sosyal statüsünden ve baskılardan, alışkanlıklarından, saplantılarından, korkularından ve binumum etkenler sebebiyle "bir miktar özgür" iradesine kalmıştır. İşte bu gerçeğe inanan insan suç/ayıp/ günah işlemek için gizli bir yer bulamayacaktır. İnancının kuvvetine bağlı olarak aramayacaktır. Benim çocukken yaptığım gibi "mutfakta kimse yokken hazır orucumu bozayım" gibi bir çocukça gaflete düşmeyecektir. Tüm bu sözlerden sonra aykırı gelecek ama söz konusu güç Yaratıcı bile olsa tam bir denetim sağlanamayacak, suç/ayıp/günah her zaman olacak ve haklıyla haksızın savaşı bu dünya durdukça sürecketir. Çünkü dünya bunun için yaratılmıştır. Elminasyon mantığına dayanıor dünyanın varlığı. Kirlenen parçalar yap bozda kendine yer bulabilmek için paklanmak zorunda kalacak. Ondan sonra o kusursuz bütünün parçası olabilecektir. Tabii çıkmayan lekelere bulaşmadıysa... Miraç Avcı 16 Kasım 2009 15:1012